Radikal, Ekim 2012
Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen ‘Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din’ araştırması geçen hafta sonuçlandı. İlki 2006’da yapılan araştırma altı yıl içinde aile, din, devlet, cinsiyet konularında farklılaşmaları karşılaştırdı. BÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden Prof. Dr. Hakan Yılmaz tarafından hazırlanan araştırma 16 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde, 18 yaş ve üstü nüfusu temsil eden 1200 kişilik bir örneklemle, yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirildi.
Araştırmanın geçen hafta açıklanan sonuçları basında epey tartışıldı. Kimi gazete/gazeteci “hoşgörü arttı” diye yorumladı, kimi “muhafazakarlar artık daha ılımlı” dedi. Araştırmayı, içeriden biriyle, Açık Toplum Vakfı Danışma Kurulu Üyesi Hakan Altınay’la konuştuk.
Açık Toplum Vakfı’nın yürüttüğü araştırmayı hafta içi gazetelerde farklı yorumlarla okuduk. Siz nasıl yorumluyorsunuz raporu?
Bu tip araştırmalar oldukça önemlidir, çünkü sağlıklı bir toplum tespitlerini anekdotlar üzerine kurmaz. Gördüğümüze inanacak olsaydık, dünya güneşin etrafında değil, güneş dünyanın etrafında dönüyor derdik. Biz bu yıl 2006’da sorduğumuz soruları tekrar sorduk insanlara. Ve bir ‘anaakımlaşma’ sonucuyla karşılaştık. Yani muhafazakarlaşmanın merkezde toplaşmasıyla. En muhafazakarların ve en az muhafazakarların sayısının azaldığı ve toplumun ortalama bir muhafazakarlıkta kümeleştiğini gördük. Kaldı ki Türkiye muhafazakarlaşadabilir. Muhafazakarlar öcü olmadığı gibi muhafazakar olmayanlar da melek değillerdir. Bu araştırma gösteriyor ki ciddi bir muhafazakarlaşma yok.
Yani aslında muhafazakarlaşmıyoruz demek yerine radikalleşmiyoruz demek daha mı doğru?
Evet, radikal bir savrulma olmadığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda raporda içki içenlerden, bara gidenlerden duyulan rahatsızlığın azaldığını ya da kürtajın yasaklanması gerektiğini düşünenlerin yüzde 50’ye bile ulaşamadığını görüyoruz. Bu bulgu ilginç, çünkü siyasi söylemle toplumsal tercih arasında bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Nasıl bundan 15 yıl önce askerlerin ya da laikliği çok önemseyen kişilerin türbana itirazları sırasında başörtülü ya da başörtüsüz öğrenciler yan yana durabiliyorduysa, nasıl o dönemin siyasi söylemi toplumsal pratiği belirlemiyorduysa şimdi de içkiye ve kürtaja karşı son derece üst perdeden yapılan itirazların olduğu bir siyasi dünya belli ki toplumsal pratiği belirlemiyor. Kürtaj meselesinde annenin ya da bebeğin sağlığı söz konusu olduğunda kürtaj yapılabilir diyenlerin oranı yüzde 85. Koşulsuz kabul edenlerin oranı da yüzde 50’nin üzerinde.
Bu noktada, toplum değil de siyasiler muhafazakarlaşmış diyebilir miyiz?
Kendisinin muhafazakar demokrat olduğunu iddia eden bir hükümet tarafından 10 yıldır yönetiliyoruz. O noktada bir gizem yok zaten. Muhafazakar demokratların sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bir açmazları vardır. Kendi dünya görüşleri açısından günah olan bir şey aynı zamanda suç olmalı mı? Laik bir demokraside her günahın suç olduğu konusunda ısrar edemezsiniz. Günah olduğunu düşündüğünüz şeyleri uygulamada zorluklar çıkartarak azaltmaya çalışamazsınız. Demokrasiye içtenlikle bağlıysanız demokrasilerin farklı düşünen birçok insanı içerdiği ve kendi doğrunuzu onlara dayatamayacağınızı kabullenmeniz gerekir. Bulgular bunu toplumun içselleştirdiğini gösteriyor, siyasilerimizin de bu konuda çok daha net konuşuyor olmaları gerekiyor. Örneğin muhafazakar demokratlar, içki içen yurttaşların da birinci sınıf haklarını kullanabileceklerini düşünüyorlar mı, toplumdan bir ihlal geldiğinde buna karşı duracaklar mı? Aynı şekilde muhalefetimiz de 27 Nisan gibi bir rezalet olduğunda içten içe sevinmek yerine açık ve net bir şekilde itiraz edebilecek mi? Ancak o zaman haklar konusunda bir mutabakatımız olur ve ilerleyebiliriz ki toplum da bu tür cesur adımlara itiraz etmeyecekmiş gibi gözüküyor.
Raporda alkol tüketenlere hoşgörü artmış gibi görünüyor. Bunda alkol tüketiminin çeşitli yollarla azaltılmasının, belli yerlere sıkıştırılmasının etkisi olabilir mi?
Bir kere Türkiye’de kişi başına düşen alkol tüketimi çok düşük miktarda. Örneğin İskandinavya’da ya da Fransa’da olduğu gibi bir kamu sağlığı problemi değil. Dolayısıyla kimse biz halk sağlığı açısından bunu yasaklıyoruz diyemez. Aynı zamanda alkol satılan yerlerin sayısı azalıyor ama bu Türkiye’de perakende satış yapılan yerlerin sayısıyla da alakalı olabilir. Aynı miktarda alkol daha az yerde satılıyormuş gibi görünüyor. Ama ben alkol kullananlara hoşgörüdeki 15 puanlık yükselişin sizden farklı olana maruz kaldıkça onun aslında sizden çok farklı olmadığını, sizin yaşam biçiminizi tehdit etmediğini fark ettikçe gerçekleşen doğal bir mülayimleşme olduğu kanısındayım. Örneğin Mustafa Akyol gibi tutarlı, İslami duyarlığı yüksek liberaller çok açık bir şekilde söylüyorlar, insanların tabii ki alkol kullanma özgürlüğü vardır ve bu kısıtlanmamalıdır. Gönül isterdi ki kendisine muhafazakar demokrat diyen insanlar da bu netlikte konuşabilsinler. Yarım ağızla konuştukça yol alamıyoruz çünkü.
Peki rapora göre son altı yılda değişmeyen şeyler neler?
Araştırmalarda ilk göze çarpan şeyler değişiklikler oluyor ama aynı kalan şeyler de en az değişiklikler kadar anlamlı ve değerli. Değişmeyen bulgulara baktığımızda Batıyla kurduğumuz şüpheci aşk-nefret ilişkisi, eşcinselliğe bakış açısı ve ailenin merkeziyetini görüyoruz. Belli ki her şeyin ötesinde aileyi önemseyen bir toplumuz. Bu bundan önceki birçok araştırmada da ortaya çıkmıştı. Bu araştırmada da neredeyse virgülüne varan oranda aynı çıktı. Aile belli ki toplumumuzun Kuzey Yıldızı. Hep orada.
Öte yandan bireyselleşme eğilimi de yükselmiş görünüyor sonuçlarda. Çelişkili değil mi?
Bu aslında birbiriyle çelişmek zorunda olmayan iki bulgu. İnsan çelişkili tercihleri aynı anda yapabilecek bir yaratık. Aynı zamanda bu, toplumsal tercihleri siyasi tercihlere çevirecek insanların elini bağlayan bir durum da değil. Aynı araştırmada kadınların evin dirliği ve düzeninden sorumlu olması gerektiği bulgusu da var; bunun onların kamu hayatına katılmaması gerektiği anlamına gelmediği de var.
Bu biraz ezberci bir yaklaşım gibi görünüyor mu size de? Kadın-erkek eşittir diyenlerin oranı çok yüksek, ama “çalışan kadın ev işlerini aksatıyorsa işi bırakmalıdır” diyenlerin oranı da öyle...
Bir ezber durumu var. Ayrıca hukuk önündeki kadın-erkek eşitliğine itiraz etme cesaretini kimse gösteremiyor tabii.
Aynı durum eşcinselliğin serbestçe yaşanması hakkındaki oranlarda da var. Farklı cinsel yönelimlere hoşgörülüyüz ama eşcinsellik başlığında oran yüzde 58’den 54’e gerilemiş görünüyor.
Değişmeyen şeylerden biri de Türkiye’de ateistlere ve eşcinsellere karşı tahammülsüzlük. Özellikle eşcinselliğe olan tahammülsüzlüğü aileye olan düşkünlüğe bağlayabiliriz. Ailedeki cinsiyet rollerini sorgulamayı getirecek eşcinselliğin, kamu hayatında görünür olmasına karşı çok sayıda kişinin itirazı varmış gibi görünüyor. Haklar konusunda yaptığımız vurguları eşcinsel haklarına ciro edemiyoruz belli ki. Hakları biz aslen kendimize benzeyen insanlar için istiyoruz. Halbuki bir şeyi eğer tahammül edemediğin insanlar için de isteyebiliyorsanız işte o zaman haktır, diğer türlüsü ayrıcalıktır.
Bütün yollar aileye çıkıyor gibi bir yargıya varabilir miyiz?
Evet, semboller ve değerler hiyerarşisinde aile Türk toplumu için çok yukarıda bir yerde. Mantık yürütürken önerilen şeylerin ailenin bekası için yararlı mı yararsız mı olduğu önemli kıstaslarımızdan bir tanesi belli ki.
2006’daki raporda muhafaza edilmesi gereken en önemli değer ‘eşitlik’ken, yeni raporda ‘özgürlük’ eşitliği sollamış. Bunu özgürlüklerimizi tehdit altında hissediyoruz şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Eşitlikte hafif bir düşüş var, özgürlükte ise önemli bir yükseliş görünüyor. Aslında ikisi de hala yüzde 40 gibi yüksek oranlara dayanıyor. Söylediğiniz bunun bir nedeni olabilir tabii, insanlar ellerinden kayan bir değeri önemsemiş olabilirler. Ya da eşitlik talebinden bekledikleri getiriyi alamıyor olabilirler. Eğer orman kanunlarının egemen olduğu bir düzen varsa, öne geçmek için elinin serbest olmasını önemsemeye başlamış olabilir insanlar. Bunu benim tespitlerine çok güvendiğim bir taksi şoförünün bana söylediği bir şeye dayanarak söylüyorum. Bir gün sohbet ederken ‘Abi sen uyuyorsun’ dedi bana. Türkiye’de bir adalet talebi olmadığını, herkesin adaletin gerçekleşmeyeceği konusunda hemfikir olduğunu, çabanın sadece adaletsizlikten alınan payı artırmak üzerine olduğunu söyledi, ki bunu daha önce konuştuğum hiçbir sosyal bilimci bu kadar net bir şekilde ifade edememişti. Eğer bu kötümser yorum doğruysa, insanların eşitliği neden daha az, özgürlüğü neden daha fazla önemsediğini anlamlandırabiliriz. Ama bu yorumları yapmak için bile aslında daha fazla saha araştırmasına ihtiyaç var.
Öte yandan toplumsal ve siyasal değişim isteyenlerin oranı yüzde 63’ten 40’a gerilemiş. Bu, durumdan memnun olduğumuzu mu gösteriyor?
İki farklı nedenle böyle bir sonuç çıkmış olabilir. Bundan yedi yıl önceki statükodan daha fazla içimize sindiği için değişim talebimiz azalmış olabilir ya da bundan sonraki olası değişikliklerin istediğimiz yönde olmayacağını sezdiğimiz için değişimi istemeyip statükoyu koruma yoluna gitmiş olabiliriz. Bunun ipuçlarını bu araştırmaya paralel olarak yaptığımız orta sınıf araştırmasında görüyoruz aslında. 2006-2007’de geleceğe umutlu bakan insanların sayısı şimdiyle karşılaştırdığımızda daha yüksekmiş. 2002’den 2007’ye çok iyi bir beş yıl geçirmiş orta sınıf aynı derecede iyi bir dönem geçirmediği için kötümserleşmiş olabilir, durumları nesnel olarak iyileşiyordur belki ama aynı hızda iyileşmiyordur bu da bu insanlarda bir geriye kayma duygusu yaratıyor olabilir. Bunu destekleyecek ipuçlarını yoksullukla ilgili tespitlerde görüyoruz. Eskiden insanlar niçin yoksuldur diye sorduğumuzda yeterince çalışmadıkları için denirdi, şimdi bu cevabı verenlerin sayısında bir düşüş görüyoruz, yeni popüler cevap; yolsuzluk yapmadıkları için! Dolayısıyla herkesin çalıştığı kadar gelir elde ettiği hakkaniyetli bir düzen tespitinden biraz orman kanunlarının geçerli olduğu, daha hırçın, daha yolsuz bir sisteme doğru kaymışız gibi gözüküyor. Dolayısıyla eğer değişim bu yöndeyse insanların, daha da kötüye gitmesin diye statükocu olmuş olabileceğini düşünebiliriz.
Bir diğer garip bulgu da “oy verirken parti liderinin dini inançlarına bakarım” diyenlerin yüzde 63’ten 72’ye yükselmesi.
Bu, siyaset alanına giren yeni bir kişilikle, Kemal Kılıçdaroğlu ismiyle açıklanabilir. ‘Sorun boyda değil soyda’ türünde dolaylı dokundurmalar son derece tatsız ve tehlikeli. Türkiye Alevileri ötekileştirme konusunda çok ciddi bedeller ödemiş bir ülke. Beğenmediğimiz Amerikan sağcılarına, McCain’e Obama Müslüman dendiğinde, bir Müslüman değildir, iki olsa ne önemi var diyebilecek cesareti gösterirken, ileri demokrasiyi dilinden düşürmeyen insanların bunu söyleyemiyor olması bende hicap duygusu yaratıyor.
Rapora baktığımızda genel olarak hakların kısıtlanmaması gerektiği konusunda mutabakat var. Oranlar yüzde 90’a varmış ama bu insanları sokakta göremiyoruz.
Dünyanın hiçbir yerinde hak savunusu tüm toplum tarafından yapılmıyor. Bir konuda çok duyarlı bir kısım insan tarafından yapılıyor, kadın hareketi, insan hakları hareketi, çevreci hareket gibi… Bu konuyu dert edinmiş insanlar, toplumun ortalama aklına konuşur ve çabalayıp arkaplanı değiştirir. Bugün insan hakları mücadelesi bile 10 bin yıllık insanlık tarihinde 226 yıllık bir geçmişe sahiptir. İstediğimiz yerde değiliz ama hem dünyadaki hem de Türkiye’deki momentum ileriyi işaret ediyor.
Konu toplumsal bilince gelmişken, geçen sene gündeme getirdiğiniz bir ‘Küresel Vatandaşlık’ projesi vardı. Projede gelişmeler var mı? “Bir tür küresel hakkaniyet ölçüsü, küresel bir vicdan mümkün mü? Küresel bir mutabakat, artan karşılıklı bağımlılığımızla başa çıkabilmemizi kolaylaştırır mı? Bu kadar farklı kültür, çıkar, yaklaşımın olduğu dünyamızda böyle bir mutabakat mümkün mü?” sorularına cevap arayan bir projeydi o. Proje için Çin’in en ilginç yönetmenlerinden Jian Yi ile, bu soruların cevaplarını Türkiye dahil dokuz ülkede aradık ve ‘Global Civics’ isimli bir belgesel çıktı ortaya. Belgeselde, “Ailemden başka kimseye bir sorumluluğum yok. Dünya umurumda değil” diyen bir Güney Afrikalı inşaat işçisine cevabın hemen yanındaki başka bir işçiden geldiğini, Budist ilahiyatçılarla Afrika’daki Ubuntu felsefesi takipçilerinin ya da İslam düşünürlerinin neredeyse aynı kelimelerle kendilerini ifade ettiklerini, Çinli ve Türk iş adamlarının benzer duruşlara sahip olduğunu, Amerikalı ve Hintli üniversite öğrencilerinin benzer heyecanlardan ve ilkelerdan yola çıktığını görmek mümkün. Bence hem umut veren hem heyecanlandıran görsel ve kavramsal bir şölen oldu.
Comments