top of page

Elif Şafak: Demokrasiyi kaybeden toplumlarda nefes almak zorlaşır

OT Dergi, 2019





On Dakika Otuz Sekiz Saniye nasıl doğdu? Size bu romanı yazdıran şey neydi?

Çok önemli araştırmalar gösteriyor ki, insan kalbi durduktan sonra beyin bir müddet daha çalışmaya devam ediyor. Kimi durumlarda bu sadece bir-iki dakika sürüyor, kimi durumlarda ise 10 dakika 38 saniye. Bir insan ne hatırlar o zaman zarfında? Koskoca bir ömürden geriye ne kalır? Bu sorudan yola çıktım. Romanın başında bir hayat kadınını görüyoruz, Öldürülmüş, cesedi çöpe bırakılmış, kalbi durmuş ama zihni çalışmaya devam ediyor. O geçmişini hatırladıkça, bizler de onun hikâyesine ve 1960’ların, 1970’lerin Türkiye’sine yolculuk ediyoruz. Ama kolay kolay anlatılamayan bir Türkiye hikâyesine.


Hayat kadını Leyla, trans Nalan, siyahi Cemile, cüce Zeynep ve Hümeyra... Tüm bu karakterleri ve aralarındaki “su bağı”nı yaratırken ilhamınızı nereden, kimlerden aldınız?

Kendilerini hiçbir yere ait hissetmeyen insanlar var. Hiçbir adresin, kimliğin, kabilenin insanı değil onlar. Bir anlamda tutunamayanlar. Ait olamayanlar. Arafat kalanlar. Bu insanların birbirini bulması, desteklemesi lazım. Çeşitli sebeplerden ötürü toplumun kıyısına atılmış, hor görülmüş, ezilmiş insanların birbirleriyle dayanışmasını her zaman önemsedim.


Roman 1990 senesinde bitiyor. Nedeniyle ilgili bir not yazmışsınız kitabın sonunda ama buradan da okurlara anlatmak istersiniz belki; o yüzden sorayım: Neden?

1990 bir dönüm noktası kadın hakları açısından. O dönem “fahişeye tecavüze indirim” gibi korkunç bir konu tartışıldı, hatta yasalaştırılmak istendi. Yasa-yapıcı konumunda olan muktedir ve maço erkeklerin bu zihniyetleri dehşet verici. Nasıl olsa fahişe, ne bedenen etkilenir, ne de ruhen etkilenir tecavüzden diyecek kadar vicdansız ve şuursuzdular. Bu zihniyet hala devam ediyor tabi Türkiye’de. Hatta daha da arttı. Yakın zamanda gene gördük, saçma sapan bir şekilde bu sefer de ‘tecavüzcüler kurbanlarıyla evlenirse cezalarında indirim yapılsın” diye bir fikirle geldiler. Bu karanlık zihniyete karşı kadınların birlik olması çok önemli. Ama 1990 senesinde kadınlar topyekûn öyle bir direniş göstermişlerdi ki yasa taslağı geri çekilmişti. Ne yazık ki bugün kadın hareketi de çok bölünmüş durumda. Siyasetin hoyratlığı ve hırçınlığı kadınları da bölüyor. Ama ben hep sunu söyledim: kadınlar birbirlerini desteklemezse, bundan bir tek ataerkillik kârlı çıkar.


“Kadınların birbirleriyle dayanışma içinde olduğu ülkelerde ataerki geriler” diyorsunuz kitabın sonundaki notta. Sizce bu noktada Türkiye’deki durum ne? Kadın dayanışması geçmişe nazaran bugün ne durumda?

Bir yandan çok değerli insanlarımız ve derneklerimiz var kadın hareketi içinde. Öte yandan bu duyarlılığı toplumun geneline yayabilmiş değiliz. Siyasetçiler bugün ellerini kollarını sallayarak “feminist” lafını adeta bir itham gibi kullanabiliyorlar. O kadar çirkin ve hoyrat bir söylem var ki feministlere karşı. Keza cinsiyet eşitliğini doğrudan reddeden bir hükûmet var karşımızda. Bu yüzden işte on kat daha önemli bugün çıkıp feminizmi, kadın hareketini, cinsiyet eşitliğini savunmak.


Romanda bahsi geçen birçok ritüel var. Bebek tuzlamak, bebeğin meslek seçimi tahmini için birtakım objelerle yapılan tören, ölünün arkasından helva kavurmak, giysilerini fukaraya dağıtmak vb. Siz de önemser misiniz, uygular mısınız hayatınızda böyle ritüelleri?

Beni iki kadın yetiştirdi. Annem ve anneannem. Tipik bir aile ortamında büyümedim. Babamı bütün hayatım boyunca birkaç kez gördüm. Babamın ikinci evliliğinden olan erkek kardeşlerimle yirmili yaşlarımın ortasından tanıştım. Ve belki de her zaman kendimi “öteki” evlat olarak hissettim. Anneannemin evreni batıl inançlarla ve Orta Doğu efsaneleri ve inanışlarıyla dolu bir dünyaydı. Hiçbir zaman küçümsemedim Anadolu kültürünü. Tam tersine tüm romanlarımda yazılı kültür ile sözlü kültürü hep buluşturmaya çalıştım.


Uzun zamandır Londra’dasınız değil mi? Çocuklar sizi biraz daha yerleşik biri haline mi getirdi? İstanbul’u özlüyor musunuz?

İstanbul’u çok özlüyorum. Bazen bir martı sesi bile gözlerimin dolmasına sebep oluyor. Ama İstanbul yazarlar, gazeteciler, akademisyenler için çok zor bir ortama dönüştü. Tabi herkes için. Demokrasiyi kaybeden toplumlarda soluk almak da zorlaşır. 10 seneyi aşkın zamandır Londra’dayım. Burada da büyük değişiklikler oldu bu sure içinde. Brexit ve sonrası hem İngiltere’deki hem Avrupa’daki milliyetçiliğin yükselişini görmek çok üzücü. Bugün inanıyorum ki ilerici insanların birbirleriyle dayanışması çok önemli, sınırlar ve hudutları asarak.


Romanlarınızı İngilizce yazıyorsunuz, sonra Türkçeye çevriliyor ve çeviriyi tekrar yazıyorsunuz... Ve Türkçeden uzaktasınız... Bu sizde bir endişe yaratıyor mu? Birçok eski röportajınızda “Anadilimi çalışıyorum” diyorsunuz. Bu hâlâ böyle mi, çalışıyor musunuz Türkçeye? Neler yapıyorsunuz?

Ben her zaman anadilimi severek, ilgiyle, özenle incelerim, çalışırım. Zannediyoruz ki ‘annemin dili, ben de zaten biliyorum.” O kadar basit değil. İnsan anadiline de emek vermeli, zaman ayırmalı. Ben sözlük okurum mesela. Hem eski hem yeni kelimeleri severim. Ayırt etmem onları.


Eski Türkçe, Osmanlıca kelimeleri sık sık kullanıyorsunuz romanlarınızda, bunu dille ilgili bir hassasiyet sebebiyle mi yapıyorsunuz?

Bu maalesef çok yanlış anlaşılan bir konu. Eski kelime seviyorsanız illa ki muhafazakâr olmanız gerekiyor gibi bir yaklaşım var Türkiye’de. Ya da solda duruyorsanız, o zaman eski kelime kullanmamanız ya da tasavvuf gibi konularla ilgilenmemeniz lazım gibi bir zihniyet var. Bunlar basmakalıp düşünceler. Bu dar kalıplar içinde düşünmek ve hareket etmek zorunda değiliz. Demokrat olup, eski kelimeleri kullanmak, keza yeni kelimeleri de kullanmak, niçin mümkün olmasın?


Bir romancının başlıca özellikleri nelerdir sizce? İçinde yaşadığı topluma ne katar, gerek toplumu algılayışı bakımından gerekse de ona sunduğu katkılar bakımından romancıyı ne konumda görüyorsunuz?

Romancı zor soruları sorabilen insandır. Politik, kültürel tabuları sorgulayabilen insandır.

Empatiyi yitirdiğimiz bir ortamda, edebiyat ve sanat her şeye rağmen empati kurar insanlar ve kesimler arasında. Benim okurlarım her kesimden, her yastan, her görüşten ve ben bu çeşitliliği önemsiyorum, saygı duyuyorum buna çoğulcu demokrasiye inanan bir insan olarak.

Bir romanda, en çok önemsediğiniz şey nedir? Dil mi, akıcılık mı, derinlik mi, duygusal etki mi vs...

Dil de hikâye de üslup da hepsi önemli, hepsi bir bütün. Maalesef bizim romancılığımızda uzun bir müddet dil ihmal edilmiştir. Dil daha çok şairlerin alanı olarak görülmüştür. “Baba romancılar” geleneği, hep tepeden baktığı için karakterlerine ve okurlarına, illa ki “öğretmek” edasıyla yazmıştır. Ben bu “baba romancılar” geleneğine ait değilim, ona yakın hissetmiyorum kendimi.


Sizi çok seven bir okur kitleniz var. Yanı sıra sizi edebi anlamda eleştirenler de var. Eleştirileri çok dert edinir misiniz, nasıl başa çıkarsınız eleştirilerle?

Size onlarca makale gösterebilirim hakkımda yazılmış ve içinde şöyle laflar olan: “Hiçbir kitabını okumadım ama berbat bir yazar.” Başka bir ülkede böyle garip bir eleştiri yazısı çıksa kimse inanamaz. Ama maalesef bizde köşe yazarları tepeden bakarak böyle konuşabiliyor. Bizde bir erkek romancı her şeyden evvel romancı olarak görülür. Nokta. Bir kadın romancı ise her şeyden evvel bir kadın olarak görülür. Ve başlarlar saldırmaya, küçümsemeye, size tepeden bakmaya. Ama bilmezler ki onlar orada bağırıp çağırırken, edebiyat okurları, gerçek ve samimi edebiyat okurları kitaplarla doğrudan bir gönül bağı kurarlar. Edebiyat okuru bir kitabı alır, okumaya başlar ve eğer sevmişse paylaşır arkadaşlarıyla, dostlarıyla. Benim için o kadar değerli ki kitapseverlerin samimi enerjisi. Gönülden bağlıyım okurlarıma.


Bir de politik yorumlarınıza tepki gösteren bir kesim var. Sizce bu tepkilerin esas sebebi nedir? Bu tepkilerin nerelere everilebileceğini düşünüyorsunuz? Bu durumun nasıl aşılabileceğini, nasıl değişebileceğini düşünüyorsunuz?

Bizde şöyle bir algı var, eğer hükûmeti eleştiriyorsanız, o zaman demek ki Türkiye’yi sevmiyorsunuz. Ne münasebet? Tam da Türkiye’yi sevdiğim için eleştiriyorum olan biteni. Kabul edilemez bir şekilde demokrasiyi, demokrasi ihtimalini kaybettik. Gazeteciler, yazarlar, akademisyenler hapislerde. Ayşegül Altınay daha dün hapis cezası aldı. Bu ülkenin en değerli akademisyenleri, saygı görülecek insanlar hapis cezaları alıyor, sırf bir barış dilekçesine imza attılar diye. Tabi ki eleştiririm ve sesimi yükseltirim bütün bu hukuksuzluklara.

Öte yandan, maalesef nüans hiç kalmadığı için siyasette sürekli etiketler takıyoruz insanlara. Mesela türbanlı kızların üniversiteye girebilme hakkını savunduğum için beni “muhafazakâr” zanneden bir kesim var. Ne alaka? Tabi ki isterim başörtülü kızlar da okuyabilsin. Tüm kadınlarımız, genç kızlarımız okuyabilsinler.


Uluslararası basın için Türkiye üzerine yazdığınız makaleler, Türkiye’de belli bir kesimin hoşuna gitmiyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, yazarken bir tereddüt yaşıyor musunuz?

Dediğim gibi hükümeti eleştirmek, ülkeyi sevmemek demek değildir. Öncelikle bunu ayırt etmemiz lazım. Tam tersine ülkemi sevdiğim için umursuyorum olan biteni. Memleketimde gerçek demokrasi, çoğulcu demokrasi olsun istiyorum. Eşitlik olsun istiyorum. Hiçbir Kürt incinmesin, hiçbir azınlık ötekileştirilmesin, hiçbir kadın öldürülmesin, hiç kimsenin hakkı yenmesin istiyorum. Gazeteciler tutuklanmasın istiyorum. Yaşanan otoriterlik ve akıl tutulmasına tabi ki ses çıkarmak lazım. İstanbul’da seçimlerin iptal edilmesi gibi akıl almaz bir durum yaşandı. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok. Büyük haksızlık ve hukuksuzluklar yaşanmakta her gün.


Sosyal medya ve “görünür olmak” konusunda ne düşünüyorsunuz? Son yıllarda mahremiyet bir ihtiyaç olmaktan çıkmış gibi... Tam tersi görünür olmak artık bir ihtiyaçmış gibi...

Zor bir denge bu. Çünkü bir yandan yazarların konuşması önemli bence. Öte yandan barışçıl, yapıcı bir dil önemli. Bir yandan da, yazarken bilhassa, tamamen kabuğuma çekilmeyi seviyorum. Bana kalsa sadece kitaplarla dolu bir dünyada yasayabilirim.


Biseksüellik açıklamanızın ardından hiç konuşmadınız takip edebildiğim kadarıyla. O açıklamadan sonra da yine birtakım eleştirilerin hedefi oldunuz. Bu sizi kırdı mı ya da kızdırdı mı, ne hissettirdi?

TED’de yaptığım konuşma kapsamlı, analitik, entelektüel bir konuşmaydı. Tam da insanların ve toplumların çoğul olabileceği üzerine kurulu bir konuşmaydı. Biseksüellik o konuşmanın sadece bir parçasıydı. Ama maalesef konuşmayı dinlemeden, anlamadan, okumadan, sadece bir cümlesini cımbızlayarak Türkiye’de aleyhime yüzlerce yazı yazıldı ve bu hal günlerce, haftalarca devam etti. Beni küçümseyen, aşağılayan, karalayan ve içinde bariz “nefret söylemi” barındıracak kadar ileri giden yazılar çıktı, televizyonlarda konuşmalar oldu. Ne yazık ki bunların bir kısmı da kadınlardan geldi. Kırgın ya da kızgın değilim. Ben inanıyorum ki bütün insanlar eşittir. Hiçbir azınlık hor görülemez, dışlanamaz. İnanıyorum ki herkesin saygı görmeye, özgürce yasamaya eşit hakkı vardır. Cinsel azınlıkların da etnik azınlıkların da kültürel azınlıkların da haklarını savunurum. Ve ben inanıyorum ki hiç kimsenin ötekileştirilmediği bir dünya mümkündür.


Son olarak; şimdi sırada ne var sizin için?

Roman bitince bir süre hiçbir şey yazmayıp, kâinatı dinlemeyi seviyorum. Deli gibi okuyorum. Hem roman hem felsefe hem tarih hem siyaset bilimi okumayı severim senelerden beri. Dinleyicisi oluyorum dünyanın, öğrencisi oluyorum. Ustam ve Ben romanında anlattığım gibi daima öğrenmeyi, dinlemeyi, sevmeyi sevenlerdenim ben de…


Comments


bottom of page