Radikal İki, Temmuz 2010
Kemik bir seyirci kitlesine sahip olan ve bu kitlenin, ne yaparsa yapsın onu tolere edebildiği bazı yönetmenler vardır. Bu yönetmen, tahammül sınırlarını zorlayan filmler de çekse seyircisindeki kredisinden yer ama hep takip edilmeye devam edilir. Ne yapmış, ne yapacak merak edilir, bir umut beklenir. Bu hafta gösterime giren ve hayranlarının merakla beklediği The Last Airbender/Son Hava Bükücü’nün yönetmeni M. Night Shyamalan da bu tip yönetmenler kategorisinin gediklilerinden. Genç yaşta işe koyulan yönetmenin filmografisi ve kariyeri hem etkileyici hem tartışmalı...
Her şeye rağmen parlıyor Yönetmenlik tutkusu hayli küçük yaşlarda ortaya çıkan Shyamalan’ın inişli çıkışlı kariyeri, 1992 yılında henüz bir üniversite öğrencisiyken çektiği Praying with Anger/Öfkeli Dua ile başlıyor. Yarı otobiyografik sayılabilecek bu ilk filminde olduğu gibi, 1998’de çektiği, yine kendi hayatından izler taşıyan Wide Awake’te de daha sonra kendisini üne kavuşturacak ruhani konulara pek fazla dokunmayan yönetmen asıl çıkışını 1999’da, çok ses getiren filmi Sixth Sense/6. His’le yaptı. “İzlemedim” demeye çekinilen filmlerden biri olarak literatüre geçen 6. His, genç Shyamalan’ı dünya çapında tanınır hale getirdi. 90’ların sonundaki bu sürpriz film, yönetmenin kendi hayatından kesitler bulabileceğimiz ilk iki filminden sonra, yolundan sapıp doğaüstü güçler ve ruhani dünyalarla ilişkisini başlatan ilk filmi. Arkasını Bruce Willis gibi başarı mıknatısı bir aktöre dayayarak yola çıkan film, izleyeni şok eden bir finalle bitiyordu. Shyamalan’la birlikte, oldukça etkileyici bir performans sergileyen ve “I see dead people” repliğiyle milyonların hafızasına kazınan çocuk aktör Haley Joel Osment’i de şöhrete kavuşturan 6. His, Shyamalan’ın, izleyiciyi yavaş yavaş, sinsice geren tarzının sinyallerini vermeye başladığı film oldu. Gösterime girdiği yıl, en iyi film dahil altı dalda Oscar adayı olan fakat heykelciği yine o yılın iddialı yapımlarından Amerikan Güzeli’ne kaptıran film, neyse ki gişe başarısıyla yönetmenine Oscar hezimetini unutturdu. 6. His’in hemen ardından çektiği ve kendi dahil birçok kimse tarafından, yönetmenin en iyi filmi kabul edilen Unbreakable/ Ölümsüz’de yine Bruce Willis’le çalışan Shyamalan bu filminde de doğaüstü olaylar ve karakterlerle haşır neşir bir tavır sergiledi. Bruce Willis’le deyim yerindeyse başarıdan başarıya koşarken ve fetiş aktör-yönetmen ilişkisi için tüm şartlar uygunken 2002’de Willis’ten vazgeçip Mel Gibson’lı Signs/ İşaretler’i çektiğinde kötüye gidiş de başlamış oldu. İşaretler’de, karısını bir trafik kazasında kaybedişinin ardından dine olan inancını sorgulamaya başlayan bir rahibin ailesini gaipten gelen bir tehlikeye karşı korumaya çalışmasını anlatan yönetmen, bu fazlasıyla ruhani rol için “dini bütün” Mel Gibson’ı seçmişti. Gösterime gireceği yıl büyük umutlarla ve heyecanla beklenen fakat nihayetinde bir “imana gelme” filmi çıkan İşaretler, Shyamalan’ın düşüşe geçen grafiğinin kırılma noktası sayılabilir. Yönetmenin İşaretler’in ardından gelen ve yine “şaşırtan” sahneleriyle dikkat çeken The Village/Köy’le sanki toparlanacak gibi olan kariyeri, Köy’ün hemen ardından gelen ve gideni aratan Lady in the Water/Sudaki Kız’la tekrar hayalkırıklığı yarattı. Bir perikızı karakterini içinde barındıran filmde fantastik öğeler başarıyla yedirilmiş olsa da filmin geneli için, en kötü yönetmen ve en kötü yardımcı aktör dalında Altın Ahududu’ya layık görülen Shyamalan sanıyorum bir fikir verebilir. 2008 yapımı filmi The Happening/Mistik Olay, yönetmenin yine genelen kötü bir çerçeve çizen ama vermek istediği gerilimi seyirciye başarılı bir şekilde aksettiren filmleri kervanına katılsa da Shyamalan’ın yıldızı hâlâ parlamaya devam ediyor. Sabit kamera kullanımı ve sürpriz finalleri bir ritüel haline gelen Shyamalan’ın belki de en büyük başarısı, filmi ne kadar vasat olursa olsun, seyircisini germek istediği yerde bunu başarabilmesi. Hitchcock hayranı olduğunu sık sık dile getiren Shyamalan’ın kariyerindeki bu “gerilimin prensi” etiketi belki biraz da bu hayranlığın getirilerinden. “Prens” Shyamalan’ın son filmi ise bu hafta gösterime giren ve Nickelodeon’ın en ateşli taraftar kitlesine sahip çizgi dizisi Son Hava Bükücü. Başrolleri Danny Boyle’un Oscar’lı filmi Milyoner’den tanıdığımız Dev Patel, Nicola Peltz ve Jackson Rathbone gibi genç aktörlere emanet filmde “Avatar” rolünde ise 1997 doğumlu aktör Noah Ringer var. Cuma günü vizyona giren Son Hava Bükücü, hikâyesi oldukça basit bir dille anlatılmış, izleyeni sıkmasa da bir çok sahnede dudak büktürten ve Shyamalan’ın kariyerini yakınen takip edenlere “Acaba?” dedirten bir film... Artık fantastik gerilim denince akla ilk düşen isimlerden olan Shyamalan, üç boyutlu izlenebilecek bu son filmiyle kariyerine bir kurtarma hamlesi yapmaya çalışmış denebilir. Ancak yönetmen malesef, üçleme olarak çekilmesi planlanan Son Hava Bükücü’yle hayranlarına bir umut ışığı yakamıyor. Ne diyelim? Umarız iyi başladığı (belki de şanssızlığı tam da bu nokta) ama çalkantılarla devam eden kariyerini filmlerinin finallerinde olduğu gibi ondan umudu kesenleri ters köşeye yatırarak sürdürür...
Σχόλια