Radikal Kitap, Ekim 2011
Nabokov’un genç Annabel Leigh’sinin, Edgar Allan Poe’nun ‘Annabel Lee’sine atıfta bulunduğunu fark etmiş olabilirsiniz, ama Dante’nin dokuz yaşındaki Beatrice’i, Petrarca’nın on ikisindeki Laura’sı ile aralarındaki bağlantıyı fark etmiş miydiniz? Bu ve bunun gibi birçok nüansı, Asuman Kafaoğlu-Büke’nin yazılarında okurken hayretle fark eder, nasıl olur da sizin aklınıza gelmediğine şaşırırsınız. Üstelik Kafaoğlu-Büke, bunu yaparken yazılarını edebiyat kuramlarıyla donatmaz ama mutlaka bilgilendirici ve akıcı olmalarını sağlar. Eleştiri yazılarını, 2008’den beri Radikal Kitap’tan takip ettiğimiz Kafaoğlu-Büke’nin ‘Yazın Sanatı’ başlıklı kitabı, yazarın 2000’lerin başında, Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde çıkan ve sizi pek çok ince ayrıntıdan haberdar edecek yazılarından oluşuyor. Edebi eser örneklerini, birçok altbaşlığa ayırıp her yönüyle ele alan kitabın kendi içinde bir konsepti var. Bir roman nasıl başlar, nasıl biter, romanda anlatıcının rolü nedir gibi konu başlıkları ve edebi eserlerde ölüm, eşcinsellik, yabancılaşma gibi birçok kavramı, bu başlıklara uygun eserler üzerinden inceliyor.
Farklı edebi eserleri, farklı konu başlıklarıyla işlediğiniz ‘Yazın Sanatı’nda, ilk sırada yazar altbaşlığıyla Yaşar Kemal var. Bu seçimleri yaparken nelere dikkat ettiniz?
Yazıların büyük kısmı 2001 yılı boyunca Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde yayımlanmış yazılar. Ars Poetika’dan özenip ‘Yazın Sanatı’ ismini vermiştim köşeye. Roman nasıl başlar, karakter nedir gibi konu başlıklarıyla ilerliyor, 52 hafta sonra da roman nasıl biter diye bitiyordu; konsepti olan bir projeydi. Ondan sonraki sene içinde de romantizm, gerçekçilik, varoluşçuluk gibi kuramlar üzerine birkaç yazı yazdım ve sonunda hepsini bir araya toplamaya karar verdim. Aslında o senenin yazıları olduğu için, hep o sırada çıkan kitaplardan oluşuyor örnekler. Bir sırası ya da kitap seçimlerinde dikkat ettiğim bir şey yoktu, tamamen rastgele.
Hem kitaptaki denemeler hem de Radikal Kitap’ta yayımlanan denemeleriniz ışığında, eleştiri yazılarınızı kuramlara oturtmadığınızı görüyoruz. Nasıl örüyorsunuz yazılarınızı?
Ben felsefe eğitimi gördüm ve sanat felsefesi özellikle çok sevdiğim bir alandı. Ancak bir gazetenin bedava verdiği bir ekte çıkan yazılarda eleştirinin o felsefi yanını biraz daha geride bırakmak gerekiyor. Ben daha çok “Bakın ben çok sevdim, siz de okuyun” gibi bir paylaşma arzusuyla yazıyorum. İlk senelerde yazdıklarım edebiyatın yapısal terminolojisini de kullanarak yazdığım şeylerdi ama şimdi genelde yaptığımız bir kitabı tanıtmak, edebiyat tarihi içinde konumlandırmak gibi şeyler.
Bir formülünüz var mı peki?
Şöyle bir formülüm var; kitabı okurken ilk notlarıma temasını not ediyorum. Bu tema hangi motiflerle işlenmiş, o motifler neler, neler üzerine kurulu. Bir de simgeler. Tema, motifler ve simgeler ayrıldığında yazı da az buçuk şekillenmiş oluyor zaten. Ancak klasiklerden bahsediyorsam, mutlaka yazarın hayat öyküsünden bir şeyler ekliyorum. O tip bağlantılar hoş oluyor çünkü, hele de doğrudan yapıtla ilgisi varsa.
Yazarların hayatları çokça malzeme veriyordur; sefalet çekenler, delirenler, intihar edenler...
Hemingway’in hayatı çok hareketlidir mesela. Edgar Allan Poe aynı şekilde. Çok mutsuz ama çok dolu hayatlar... Öte yandan Kant’ın hayat hikâyesi çok sıkıcıdır. Büyük eserlerini 60 yaşından sonra yazmıştır. Tabii neler birikmiş, o kadar kuram, düşünce nasıl birikmiş, o da ilgi çekicidir bir taraftan. Ama eleştiri yazılarında genelde önce kitabın konusu anlatılır, sonra da o konuyu nasıl işlediğine değinilir. Benim bu işin en az sevdiğim yanı kitabı anlatmak. Ben her zaman kitabı okumuş okura yazıyorum yazılarımı. Konuyu çok nadir anlatırım, doğrudan kitabı okumuş biriyle sohbet ediyormuşum düşüncesiyle yazmayı seviyorum. Her yazılı metnin bir okuyucu kitlesi vardır, benim kafamdaki okuyucu, kitabı benimle aynı anda bitirmiştir. Üstüne konuşacakmışız gibi bir heyecanla yazarım hep.
Aslında eleştirinin altında yatan nokta da o galiba.
Çok kuramsal yanının dışında aslında özünde çok insani bir şey var eleştirinin; paylaşım. Kitap okumak çok yalnız, kendi başımıza yaptığımız bir şey ama sonunda yine insanla ilgili bir şeyler var.
Eleştirinin bir hududu var mutlaka, sizin için neresi o nokta?
Benim asla yapmamaya çalıştığım şeylerden biri kitapla arama bir şeyler sokmak. Eserin kendisini çıplak halde ele almak çok önem verdiğim bir şey. Sansasyonel bilgilerin kitabın önüne geçmesini hiç istemem. Bazı yazarlar çok fazla reklam yapar, röportaj verir, o dönemde bunları hiç takip etmemeye çalışırım. Doğrudan metine yönelirim, kitabın arkasını bile okumam genelde.
Edebiyat eleştirisinde öznellik tartışmalarında hangi saftasınız? Öznellik olmadan eleştiri olur mu sizce?
Olur, ama iyi olur mu o konuda şüpheliyim. Bakış açımızın bir tarafı mutlaka metnin nesnel yapısıyla ilgili oluyor. Ancak sırf bununla kalırsa çok tatsız olabilir. Mesela Homeros yüzlerce yıldır okunmuştur, üzerine bir şeyler yazılmıştır. Herkes bir şeyler görmüştür, ama şimdi bu anda Türkiye’de bir kadın olarak bunu okumanın da yansıması lazım. O noktada öznellik işin içine giriyor. Ya da bir savaş anında İlyada’yı çok daha farklı görebilir insan. Bu anlmada her zaman bir öznellik var bence.
Bu durumda, eleştiri yazısı için ‘bir edebi metindir’ diyebilir miyiz?
Şiirsel diyelim, edebiyatta şiiri en başa koyup şiirsellik sıralaması yaparsak, deneme ve eleştiri belki en alt sırada geliyor ama bu demek değil ki, bütün eleştirmenler şiirsellikten uzak. Nurullah Ataç, pekâlâ çok şiirsel yazardı. Onun için bunun da bir kalıbı yok bence.
Bir eleştirmen gözüyle Türk edebiyatının son dönemi hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Ben 60-70’lerde kitap okumaya başlamış biri olarak, benim gözümde dünya çapında olan, çok iyi yazarlarımız, eleştirmenlerimiz, çevirmenlerimiz vardı. Ama sayıları o kadar azdı ki, çok cılız bir nehirdi. Şimdiyse çok büyük bir çark dönüyor, örneğin kitaplar çok büyük rakamlarla basılabiliyor. Edebiyatı tabii hiçbir zaman bir sanayi olarak düşünemeyiz ama kitabın artık büyük bir piyasası var. Bu tip konuların sonu hep ‘edebiyat ayağa düştü’ye bağlanıyor ama sürekli yakınan bir konumda olmayı da istemiyorum açıkçası. Türk edebiyatı son yirmi yılda çok büyük mesafe kat etti. Çok fazla genç ve çok iyi yazar var, çok sağlam kurgular var. Dünya edebiyatlarını da takip eden biri olarak, Fransız ya da İngiliz edebiyatlarından daha ileride olduğumuzu söyleyebilirim. Çok deneysel, çok ilerici eserler çıkıyor, özellikle romanda.
Comments